ŞEVKET SÜREYYA’NIN ANLATTIKLARI
Üniversitede lisansta iken bir ara Şevket Süreyya Aydemir’in kitaplarına merak salmıştım. Birini bitirdikçe diğerini alıp duruyordum. Böylece iki kitap dışında tüm külliyatını edinmiş oldum. Atatürk’ün üç ciltlik biyografisi “Tek Adam”, İnönü’nün üç ciltlik biyografisi “İkinci Adam”, Enver Paşa’nın – yine – üç ciltlik biyografisi “Enver Paşa”, “Menderes’in Dramı” ve “İhtilâlin Mantığı” gibi kitaplar hep onun eserleridir.
Aydemir 1897 yılında doğmuş bir yazar, siyaset ve düşünce adamı. Önemli özelliklerinden biri, aralarında Yakup Kadri ve Murat Belge’nin babası Burhan Belge’nin de olduğu, "Kadro" dergisinin kurucularında biri olması. Bu dergi etrafında birleşen ve “Kadro Hareketi” adını alan kişiler yeni Cumhuriyet’in ideolojisini şekillendirmeye çalışıyorlardı. Aydemir’in kardeşi savaşta ölünce, kendisi 1915 yılında gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. Savaştan sonra Bakü’ye gitmiş, 1923’te Türkiye’ye dönmüş ve Türkiye Komünist Partisi yöneticileri arasına girmiş. 1928-51 arasında eğitimci ve iktisatçı olarak çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş. Kitaplarını da emekli olduktan sonra yazmış.
Aydemir’in kitaplarında yazdığı kimi şeylerin bugün de hâlâ geçerli olduğunu görünce, insan gerçekten şaşırmadan ve hayıflanmadan edemiyor. “Bu memlekette hiç mi bir şey değişmemiş?” diyor. Aktardıklarımı okuyunca siz de hak vereceksiniz eminim.
I
İlk olarak Aydemir’in 1959 yılında yayınladığı otobiyografisi “Suyu Arayan Adam”dan (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1967) birkaç parça aktarayım. Burada ne güzel yazmış Aydemir. Cepheye gitmek için tren istasyonunda beklerken mekânı bakın nasıl anlatmış:
* * *
Haydarpaşa İstasyonu’ndan tren öğle sonuna doğru hareket edecekti. Dört yüzden fazla subay namzedi (subay adayı) idik. Kafkasya, Irak, Filistin, Hicaz cephelerinde vazife almıştık. Dağılış noktalarına vardıkça her birimiz kendi cephemizin yolunu tutacaktık.
İstasyonda pek az uğurlayıcı vardı. Bunlar bazı yaşlı, terbiyeli erkekler, temiz yüzlü İstanbullu anneler, o zamanlar henüz açılmamış, erkekleşmemiş İstanbullu kızlardı. Herkese kendi oğulları gibi yakınlık gösteren, kendi çocuklarıymış gibi nasihatlerde bulunan bu mübarek bakışlı babaların, amcaların çoğu, belki de eski, emekli askerlerdi. Gidilecek yerlerin ve harbin ne olduğunu hiç şüphesiz biliyorlardı. Bu gidenlerden çoğunun geri dönmeyeceğini ve şimdi bu uğurlayışın, onlardan birçoğu için, çocuklarını son görüş olacağını da herhalde anlıyorlardı. Fakat ne bir şikayet sesi, ne bir taşkın hıçkırık …
Bilakis, herkes bu ayrılışa âdeta mesut bir gün, yıllardan beri beklenen, yıllardan beri hazırlanılan bir sevinç günü havası vermek için elinden geleni yapıyordu.
Fakat bütün bu insanlarda, az sonra, birden sel gibi coşacak, seller gibi çağlayacak göz yaşlarına diledikleri gibi mecra verebilmek için, trenin bir an önce kalkmasını ve kendilerini evlerinin gizli köşelerine bir an önce atabilmeyi bekleyen bir sabırsızlık hâli her şeye rağmen seziliyordu.
Trenin ilk düdüğü çalınca, geldiğinden beri istasyonun bir direği dibine çöküp bastonunu kucağında tutan ve boyuna bir şeyler okuyup üzerimize üfleyen bir ihtiyar zorlukla ayağa kalkabildi. Daha ziyade bir mahalle imamına benziyordu. İstasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun gidenler arasında hiç kimsesi yoktu. Fakat hemen her tanrının günü buraya gelirdi. Evvelce, gene böyle bir kafile içinde gönderdiği birinin, cepheden gelen trenlerden çıkmasını beklerdi. Gidenleri uğurlar, gelenlerden haber sorardı. Mihnetli, fakat Hak’tan ümidini kesmeyen nurlu bir yüzü vardı.
Tren ikinci düdüğünü çalınca ellerini kaldırdı. Herkes ona uydu. Duasını bitirdiği zaman, elini öpen her çocuğun boynuna sarılıyordu:
“Torunum sizin yaştaydı oğul. Adı Selâhattin'di. Bağdat’tan iki mektubu geldi. Sonra haber kesildi. Kayıp diyorlar, ama Allah’tan ümit kesilmez ki oğul. Çukurtekke şeyhinin torunu Selâhattin diye sorun. Allah için soruşturun.”
Kiminin alnından öpüyor, kiminin arkasını okşuyor, “Haydi yavrularım, haydi aslanlarım,” diye ağlıyor, inliyordu … (s. 78-9)
II
Benim kitapta en sevdiğim bölümlerden biri işte burası. Aydemir cephedeki boş vaktinde bölüğündeki erlere ders vermeyi kalkınca bakın neler olmuş:
* * *
Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual ve cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum: “Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?” Hep birden, “Elhamdülillah müslümanız,” diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Kimisi, “İmâm-ı âzam dinindeniz,” dedi, kimisi, “Hz. Ali dinindeniz,” dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, “İslâmız,” diyenler de çıktı, ama “Peygamberimiz kimdir?” deyince onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi, “Peygamberimiz Enver Paşa’dır!” dedi.
İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da, “Peygamberimiz sağ mı, ölü mü?” deyince iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.
“Peygamberimiz sağdır,” diyenlere, “O hâlde peygamberimiz hangi şehirde oturur?” diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu. “Peygamberimiz ölmüştür,” diyenlere de, “Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?” denildiği zaman, bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene evvel, beş yüz sene evvel, bin sene evvel diye gelişi güzel cevap verenler oluyordu. Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de dinin ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir-iki kişi çıktı. Fakat onların da hiçbiri namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.
Sonra, “Köyünde cami olanlar ayağa kalksın,” dedim. Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi ayağa kalktı, fakat onlar da bayramlarda, cumalarda, âdet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köyünde mektep olan bir tek kişi çıkmadı. Bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından Kuran ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.
İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleri idiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler. (s. 109-11)
* * *
Çok fazla geçmeden de, bu insanların olduğu Anadolu yeni Cumhuriyet'e kaldı. O dönemki hacılar, hocalar, şeyhler, bu zavallı cahil insanları dini kullanarak sömürüyorlardı. Atatürk bunların çanlarına ot tıkayınca ona düşman kesildiler ve “Müslümanlara zulmediliyor!” diye tepişmeye başladılar. Günümüzün beton kafalı İslâmcıları da bu sömürgen hacı-hoca takımının torunları oluyor. Ve bunlar daha hâlâ bin bir türlü rezillikle bu “zulüm” masalının çığırtkanlığını yapıyorlar.
Şimdi Aydemir’in bu kitabını alıp, Atatürk zamanından beri, yani 84 yıldır Türkiye’de Müslümanların baskı gördüklerini utanmadan söyleyen bu ahlâksız insanların kafalarına “aman beyim, yeter!” deyinceye dek tek tek vurmak isterdim. Yukarıdaki adamların hâllerine bir bakın da, bunlara Müslümanlar diye edilecek ne eziyetin olduğunu söyleyin bir! Dinini, peygamberini bilmeyen bu adamların nesine Müslüman diye eziyet edilmiş acaba?
Dahası var:
* * *
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual ve cevaplardan anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı. “Biz hangi milletteniz?” deyince her kafadan bir ses çıktı. “Biz Türk değil miyiz?” deyince de hemen, “Estağfurullah!” diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türk’tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralarımızdan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki, bu “Biz Türk değil miyiz?” diye sorunca “Estağfurullah!” diyenlerin görüşüne göre, Türk demek Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı. Yahut belki de, aslında kendileri Kızılbaş oldukları hâlde böyle görünüyorlardı.
Anadolu’da vaktiyle binlerce, on binlerce insan Kızılbaş oldukları için öldürülmüşlerdi. Gerçi bu öldürülenler hakikî, saf Türk aşiretler halkı, Oğuz Türkleriydiler. Demek ki, korku hâlâ yaşıyordu …
Dininde, milletinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandan ve onun vekilini de bilmemektedir.
Hele iş vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler belirsiz, köksüz, şekilsiz, yanlıştı.
Bölüğü yakından tanıdıkça daha garip şeylerle de karşılaşıyordum. Askerlerin bir kısmı kendi isimlerini değil de, başka adlar taşıyorlardı. Künyelerinde yazılı yerler, asıl doğdukları veya kayıtlı oldukları yerler değildi. Bu kayıtları düzeltmeye ve onları temize çıkarmaya uğraşırken, bunu istemeyen, hatta işi büsbütün karıştıranlar da vardı. Böyle bir toplum bu harbi elbette ki ruhen, isteyerek benimsemiş olamazdı.
İşe yeniden, baştan başlamak lazım geldi. Önce isimlerinden başlayarak, bölüğün, taburun, alayın, onbaşının, çavuşun, subayın isimlerini öğretmeye giriştik. Sonra vatana, millete, dine doğru ilerledikçe garip birtakım ruh direnişleri ile karşılaşmaya başladığımı hissettim. Anlaşılıyordu ki, bu direnişleri derin ve esaslıdır. Ben ilk adımda askerlerimi dindar ve mutaassıp zannetmiş, fakat cahil bulmuştum. Ama "ne de olsa bunlar cahil, fakat müslümandır,” diyordum. Halbuki biraz sonra anlaşıldı ki, hepsinin nüfus kağıtlarına ve künyelerine geçirilen bu “İslâm” kaydına bakmayarak, bu kalabalığın içinde bir inancalar, tarikatlar, canlı olarak yaşamaktadır. Bunların hepsinin ruhlarına hurafe, vehim ve geçmişin tortuları hâkimdir. Hatta bir aralık inandım ki, bölükte hiç olmazsa aslını bilmeden de olsa kendini “İslâm” sayanlar çoğunlukta bile değillerdir.
Alevîler, Yezidîler, Kızılbaşlar ve daha akla ve tasnife gelmeyen ve hepsi de mazinin bilinmeyen köklerinden gelip, mensubunu karmakarışık bir insan çamuru içinde yaşatan bir sürü itikât döküntüleri, bu insanları parça parça birbirlerinden ayırmaktadır. Bu görüş ve kanılara varınca, bölüğün daha ilk adımda dinini, milletini ve vatanını bilmemesi şeklinde meydana vurduğu sert gerçek, güçlükle de olsa, birtakım tarihî ve etnik sebeplerle az çok izah edilebilir bir hâl almaya başladı. (s. 111-12)
* * *
Kızılbaşları o dönem öldürenlerin başta geleni, Şah İsmail’e karşı çıktığı seferde 40.000 civarı Alevî’yi kesip biçen Yavuz Sultan Selim’dir.
Görüyorsunuz, işte Osmanlının Türkiye’ye miras bıraktığı insan yığını budur! Atatürk Cumhuriyet’i bu insan yığınının içinde kurmaya, onun içinden çıkarmaya çalışıyordu.
III
Bu defa da “İhtilâlin Mantığı” adlı kitabından aktarayım (5. basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1993). Aydemir Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 seçimlerinin hemen öncesini anlatıyor:
* * *
Cahil köy imamı ile, o güne kadar beklediği ve hakkı olan saygıyı, ilgiyi jandarmadan, hükümet idarelerinden göremeyen, daima hakir görülen köy muhtarlarına, ihtiyar heyeti adamlarına, sokak ve siyaset çığırtkanlarına kadar bütün güçler, yeni seçimler için, Halk Partisi ve İsmet Paşa aleyhine seferber olmuşlardı. Yalnız o günlerin, o yılların değil, 27 yıllık bütün eski defterlerin hesapları ortaya dökülmektedir.
Hele köy, kasaba, şehir kahvelerinde, şaşılacak kadar konuşkan, becerikli, kandırıcı, halk yahut sokak hatipleri türemişti. Bunlara o günün halk liderleri de diyebiliriz. Yalnız kahvelerde, evlerde değil, pazarlarda, mitinglerde, otobüslerde, minibüslerde, yeni partinin müjdesi rüzgâr, hatta fırtına gibi esiyordu. Bu türeyen hatiplerin çoğu, galiba Pir Aşkına çalışıyorlardı. Ama yürüttükleri bu fırtına, belliydi ki tesirsiz kalmıyordu. Şu da çok dikkat çekiyordu ki, bu ortaya atılanların, bu hatipler, müjdeciler ordusunun beyanları, davetleri, halkın şuurundan, aklında ziyade hislerine, uyuşmuş, gerilere itilmiş alt duygularına, yani bilinç altınaydı. Hatta bazen birtakım işaretler, birtakım esrarlı sözler, “Biraz bekleyin, neler göreceksiniz!” cinsinden müphem, dumanlı vaatler veya bilinmeyen geleceklerden haber verişler şeklindeydi. Hatta cemaatin yüzlerine derin derin bakışlarla uzun, esrarlı, manalı sükutlar, bu yeni usul halka yönelişin başarılı taktikleri arasındaydı. Artık, kendisine yukarıdan bakılışlara, beylik hitaplara doymuş, kentlerde, köylerde, yalnız karşılama ve uğurlama figüranları olarak kullanılmaktan bıkmış insanlar için, bu yeni halka yöneliş manalıydı, çekiciydi. Halk buna muhtaçtı.
Bu tür hatiplerden birini tanırdım. Ankara doğusundaki Kayaş vadisinde bir toprak damım vardı. 1950 seçim öncesinin hareketli günleriydi. Civar köylüler tetikteydi. “Efendi, köycek Demirgırat olduk gâri … ” sözlerini hemen her geçenden dinlerdim. Ortada bir de “Cebelici Hoca” türemişti. Adı Zeynelabidin’di. Yahut öyle tanınırdı. Bana da uğrar, süt içer, ayran içer ve her gelişte yeni fütuhatını haber verirdi. Dinlerdim. Tipik bir demagog ve usta bir propagandacıydı. Eski İstiklâl Mahkemeleri’nin topladığı, sindirdiği, din ticaretçilerinden biriydi.
Eğer ortada başka dinleyenler de varsa, daha da hızlı konuşurdu. Celâl Bayar’ın sarayına kolunu sallaya sallaya girermiş, Bayar uykuda bile olsa kapısını açar, odasına dalarmış. Menderes onu kapıda karşılar, kapılara kadar uğurlarmış, vb. …
Öyle sanıyorum ki, bütün bunlara köylüler de inanmazdı. Ama o, “Efendi, bunlara böyle konuşacaksın. Atatürk köylünün aklına hitap ederdi. Halbuki sen köylüye masallar anlatacaksın. O, masallara inanır … ” der dururdu.
İşte bu Zeynelabidin Hoca bir gün, yanında da birkaç köylüyle gelmiş. Beni odamda bulamayınca bahçeye dalmış. Ona dere boyunda yakalandım. Bir şehri zapteden fatih gibi mağrurdu, muzafferdi. Haberini müjdeledi:
“Hasanoğlu Köy Enstitüsü’nün işi bitti efendi! Aha, köylüleri topladım. Tepeye çıkardım. Söyleyin bakalım, dedim. Şu enstitü binalarının planı neye benziyor? Şu baştaki bina, şu yana doğru uzanan, sonra şu sağa, sola kıvrılan binalar? Onlar evvelâ bir şey anlamadılar. Ama sonra anlattım: Bu binaların dağılışı orak-çekiç biçimindedir dedim. Göreceksin, bu köylerden Halk Partisi bir tek oy alamaz.”
Söylenen deli saçmasıydı, ama kullanılan silah keskindi. Sonradan söylendiğine göre de, Halk Partisi’ne Hasanoğlan’da bir tek oy çıkmış. O da muhtarınmış. Muhtarın bayanı bile oyunu “Demirgırat”a vermiş. Hem bu söylenti galiba doğruydu.
O günler öyle günlerdi ki, Ticanî şeyhi geçinen Pilavoğlu’nun bizim köye gelip köy berberine kestirdiği sakalından, iki tarafta iki kişinin, aşırı bir hürmet ve âdeta ibadet eder gibi, dualar okuyarak uçlarında tuttukları ipek örtüye dökülen kıllar, civar köylere tel tel satılırdı. Köylerde Ticanîler de çoğalıyordu. Nitekim, sonra bunlardan bir grup Yenişehir’de Atatürk’ün heykeline güpegündüz saldırdılar. İçlerinden henüz yirmi yaşlarında ve istasyonda gişe memuru olan bir delikanlı, toplantı hâlindeki millet Meclisi’ne girip, orada balkonda ezan okudu. Kimdi bu Pilavoğlu? Cahil denecek bir ortaçağ düzenbazı.
Civardaki Karapürçek köyünde şunları anlattılar: Bir cuma günü Pilavoğlu, âdet olan gösterişli karşılamalar içinde köye gelir. Cemaati dere kenarında toplayıp cuma namazını kıldırır. Sonra halka sorar:
“Bu namazı nerede kıldık?”
“Dere boyunca kıldık efendi.”
“Hayır! Ama siz körsünüz, görmediniz. Biz namaza el bağlar bağlamaz, cemaatçe uçtuk. Kâbe’ye vardık. Ama siz cahiller, siz nadanlar, toptan cehennemlikler, bunu görmediniz. Çabuk tövbe, istiğfar edin!” vb…
Bunu bana anlatan komşu köylüleri tanırdım. Temiz, bozulmamış eski Oğuzlardı. Ama Yemen’de, Balkan Harbi’nde, seferberlikte, Anadolu Savaşı’nda hemen bütün genç çocuklarını şehit vermişlerdi. Hepsi de ona inanmışlardı:
“Efendi,” diyorlardı, “biz essahtan cahalız. Uçmuşuk, Kâbe’ye varmışık, hacı olmuşuk da haberimiz yok!” (s. 132-5)
* * *
Aydemir’in bahsettiği o hatipler size, zamanında camilerde ve belirli yerlerde düzenlenen toplantılarda cahil halkı kandırıp onların sırtından siyaset yapan, sonra da belediye başkanı ve en sonu başbakan seçilen birtakım Kasımpaşa fırlaması magandaları hatırlamıyor mu?
Bizim ahmak liberal geçinenlerimiz 50 seçimlerini halkın CHP’ye tepkisi olarak gösterip, 1950 yılını Türkiye’de demokrasinin başlangıcının miladı kabul ederler. Oysa bu liberaller sadece Türkiye’nin tarihinden bihaber saf cahillerdir. Görüyorsunuz halkın tepkisini işte. Bugün AKP’ye verilen oylar o zaman DP’ye verilen oylardan çok mu farklı?
Bir de bu DP iktidarını öven üçkağıtçı İslâmcılar vardır ki, onların esas derdi başkadır. Bunu da gene Aydemir anlatsın bize. Yine aynı dönem için konuşuyor Aydemir:
* * *
Millî Kurtuluş Mücadelesi ve Reformlar devresinde yenilmiş, saf dışı edilmiş nice fitneler, nice saltanatçı, padişahı özleyeceklerdir. Din tüccarları köy köy dolaşarak, sanki 27 yılda din elden gitmiş gibi, şimdi dine dönüldüğünü müjdeleyeceklerdir. Düzmece şeyhler, tarikatçılar, cemaati bir göz açıp kapamada Kâbelere uçuracaklardır. Vaktiyle 31 Mart İsyanı’ndaki ilişkilerinden kurtulmak için Harp Divanı’na, kendisinin hem cahil hem deli olduğunu raporlarla ispatlayıp, bir de “İki Musibet Mektebinin Şahadetnamesi”, yani tımarhâneden ve hapishâneden belgeler de yayınlatan eski “Bedi-üz Zaman Said-i Kürdî” isminde biri, şimdi “Said-i Nursî” adı ile ortaya atılıp, âdeta bir din içinde din akımı örgütlenecektir. Anadolu’da yeşil takke çok yerde şapkanın yerini alacak, insanlar daha çocuk denecek yaşlarda sakal bırakacak, bunları yapmayanlar kâfir sayılacaklardır. (s. 135).
* * *
Görüyor musunuz? Bizim Nurcuların sevgili Said-i Nursileri mahkemede ceza almaktan kurtulmak için “deli” olduğunu belgeleriyle ispatlamış! Eh, onun öğrencisi Fethullah hoca da Cumhuriyet’i yıkmaları için müridlerine ders verirken çekilen kasetler ortaya çıktığında derhal “hastalanıp” soluğu Amerika’da – İran’da değil! – almadı mı? Ayıp valla Fethullah efendiye! Humeyni bile Fransa’ya kaçıp orada 9 sene kalmakla yetinmişti. Gerçi İran’da devrim olunca döndü. Ama bizim Nurcular daha hâlâ devleti tam olarak ele geçiremediler ki, hoca efendimiz küfür-kâfir-şeytan oğlu şeytan diyarı Amerika’dan dönsün? İnsan biraz İran’a bakar da utanır. Adamlar 9 senede devrim yaptılar yahu!
IV
Şimdi kısa bir süreliğine Aydemir’den uzaklaşıp Tarık Zafer Tunaya’dan bir aktarma yapayım (“İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa”, İstanbul: Arba Yayınları, 1988). Aktaracağım şey 1965 yılına ait bir konuşma. Taraflardan biri CHP’li, diğeri de Süleymancılardan biri. Olay Alanya’da geçiyor:
* * *
Soru: Siz CHP’ye neden rey vermiyorsunuz?
Cevap: O partiyi toplantılarınızda taşıdığınız beyaz put (Atatürk’e verilen addır) kurmuştur. O dinsizdir. CHP’liler boşuna yoruluyor. Biz o dinsizin partisine ondan rey vermeyiz. İsmet Paşa demokrasi kuracakmış, kursun da görelim.
S: AP (Demirel’in Adalet Partisi) nasıl, ona neden rey veriyorsunuz?
C: O da dinsizdir, amma CHP’nin yanında ehveni şerdir.
S: O beyaz put dediğin adam senin ananı, bacını düşman ayaklarından kurtarıp Cumhuriyet’i kurmadı mı?
C: Harbi o kazanmış değil ki. Harbi asker kazanmıştır. Nasıl Yezid, Hazreti Hüseyin Efendimizi kesip şehit ederek hilâfeti almışsa, senin Atatürk’ün de padişahımızı sürüp halifeliği ortadan kaldırmıştır.
S: Siz Atatürk ve CHP’lilerin dinsiz olduğunu nereden biliyorsunuz?
C: O dinsiz olmasaydı, CHP’ni kurduğu zaman birçok hocalarımızı astırmaz, şapka giydirmez, kadınları serbestlemez, halifeyi sürdürmezdi.
S: İslâm, dinini ahkâmından olan ülülemre itaat etmek var. Siz etmiyor musunuz?
C: Ülülemre itaat etmek var, amma hükümetin ve başındakilerin Müslüman olup halifenin olması şarttır.
S: Artık Türkiye’de bir halifelik kurulabilir mi?
C: Biz bayrağımızı çekmek üzereyiz. Allah bizimledir.
S: Bayrağınızı çekmek üzere olduğunu söyledin. Sizinki ayrı mı?
C: İslâm’ın bayrağı yeşildir. Ümmet-i Muhammed onun bayrağı altında toplanacaktır.
S: Halifeyi siz mi seçeceksiniz? Böyle birisi var mı?
C: O kadar inceleme. (s. 73-4)
* * *
Sorarım size, bu kafadaki adamlar bugün de yok mu?
Neyse ki – Allah’a şükürler olsun – bugün artık AKP gibi “Müslüman” partiler var da, memleketimizdeki bilumum gericiler, yobazlar, İslâmcılar, Cumhuriyet ve demokrasi düşmanları uyduruk ehveni şer partilere oy vermek zorunda kalmıyorlar. Hem – bu defa gerçekten Allah’a şükürler olsun – Demirel de emekli oldu zaten.
Bu olaydan 9 sene sonra 1974’te Cumhuriyet gazetesine şunları yazıyor Aydemir (“Lider ve Demagog”, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997):
* * *
“Bugüne gelince? Bugün ne yazık ki, estirilmek istenen gericilik rüzgârları köyleri, kentleri gittikçe sarmaktadır. Ve bu rüzgârların temelinde yatan, ne yüce bir din aşkı, ne saf bir ahlâk özlemidir. Bu rüzgârları estirenlerin iç âlemlerinde kökleşen, sadece çağdışı kalmaktan, çağa ayak uyduramamaktan gelen, ama onları yiyip bitiren bir aşağılık duygusudur. Çünkü açığa vuran, asıl kin, katılık, saldırganlık, ortalığı haraca kesmek gayretidir. Aşağılık duygusunun bir ters tepkisi olan sahte bir üstünlük gururudur. Oysa dinin hoşgörücü ve din adamının da sakin ve kapsayıcı olması gerek. Ama şimdi onlardan bir kısmının estirdiği gericiliği körükleme rüzgârları, kabul ve itiraf etmek gerekir ki, köy kahvelerinden, köylerden, kentlerden, başkentteki cami avlularına kadar taşmıştır. Kendince şeriat sözcüsü geçinen bir politikacının sorumsuz beyanları ile de, sınırlarımız dışına kadar yaygınlaşmıştır.” (s. 229-30)
* * *
Üniversitede lisansta iken bir ara Şevket Süreyya Aydemir’in kitaplarına merak salmıştım. Birini bitirdikçe diğerini alıp duruyordum. Böylece iki kitap dışında tüm külliyatını edinmiş oldum. Atatürk’ün üç ciltlik biyografisi “Tek Adam”, İnönü’nün üç ciltlik biyografisi “İkinci Adam”, Enver Paşa’nın – yine – üç ciltlik biyografisi “Enver Paşa”, “Menderes’in Dramı” ve “İhtilâlin Mantığı” gibi kitaplar hep onun eserleridir.
Aydemir 1897 yılında doğmuş bir yazar, siyaset ve düşünce adamı. Önemli özelliklerinden biri, aralarında Yakup Kadri ve Murat Belge’nin babası Burhan Belge’nin de olduğu, "Kadro" dergisinin kurucularında biri olması. Bu dergi etrafında birleşen ve “Kadro Hareketi” adını alan kişiler yeni Cumhuriyet’in ideolojisini şekillendirmeye çalışıyorlardı. Aydemir’in kardeşi savaşta ölünce, kendisi 1915 yılında gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. Savaştan sonra Bakü’ye gitmiş, 1923’te Türkiye’ye dönmüş ve Türkiye Komünist Partisi yöneticileri arasına girmiş. 1928-51 arasında eğitimci ve iktisatçı olarak çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş. Kitaplarını da emekli olduktan sonra yazmış.
Aydemir’in kitaplarında yazdığı kimi şeylerin bugün de hâlâ geçerli olduğunu görünce, insan gerçekten şaşırmadan ve hayıflanmadan edemiyor. “Bu memlekette hiç mi bir şey değişmemiş?” diyor. Aktardıklarımı okuyunca siz de hak vereceksiniz eminim.
I
İlk olarak Aydemir’in 1959 yılında yayınladığı otobiyografisi “Suyu Arayan Adam”dan (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1967) birkaç parça aktarayım. Burada ne güzel yazmış Aydemir. Cepheye gitmek için tren istasyonunda beklerken mekânı bakın nasıl anlatmış:
* * *
Haydarpaşa İstasyonu’ndan tren öğle sonuna doğru hareket edecekti. Dört yüzden fazla subay namzedi (subay adayı) idik. Kafkasya, Irak, Filistin, Hicaz cephelerinde vazife almıştık. Dağılış noktalarına vardıkça her birimiz kendi cephemizin yolunu tutacaktık.
İstasyonda pek az uğurlayıcı vardı. Bunlar bazı yaşlı, terbiyeli erkekler, temiz yüzlü İstanbullu anneler, o zamanlar henüz açılmamış, erkekleşmemiş İstanbullu kızlardı. Herkese kendi oğulları gibi yakınlık gösteren, kendi çocuklarıymış gibi nasihatlerde bulunan bu mübarek bakışlı babaların, amcaların çoğu, belki de eski, emekli askerlerdi. Gidilecek yerlerin ve harbin ne olduğunu hiç şüphesiz biliyorlardı. Bu gidenlerden çoğunun geri dönmeyeceğini ve şimdi bu uğurlayışın, onlardan birçoğu için, çocuklarını son görüş olacağını da herhalde anlıyorlardı. Fakat ne bir şikayet sesi, ne bir taşkın hıçkırık …
Bilakis, herkes bu ayrılışa âdeta mesut bir gün, yıllardan beri beklenen, yıllardan beri hazırlanılan bir sevinç günü havası vermek için elinden geleni yapıyordu.
Fakat bütün bu insanlarda, az sonra, birden sel gibi coşacak, seller gibi çağlayacak göz yaşlarına diledikleri gibi mecra verebilmek için, trenin bir an önce kalkmasını ve kendilerini evlerinin gizli köşelerine bir an önce atabilmeyi bekleyen bir sabırsızlık hâli her şeye rağmen seziliyordu.
Trenin ilk düdüğü çalınca, geldiğinden beri istasyonun bir direği dibine çöküp bastonunu kucağında tutan ve boyuna bir şeyler okuyup üzerimize üfleyen bir ihtiyar zorlukla ayağa kalkabildi. Daha ziyade bir mahalle imamına benziyordu. İstasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun gidenler arasında hiç kimsesi yoktu. Fakat hemen her tanrının günü buraya gelirdi. Evvelce, gene böyle bir kafile içinde gönderdiği birinin, cepheden gelen trenlerden çıkmasını beklerdi. Gidenleri uğurlar, gelenlerden haber sorardı. Mihnetli, fakat Hak’tan ümidini kesmeyen nurlu bir yüzü vardı.
Tren ikinci düdüğünü çalınca ellerini kaldırdı. Herkes ona uydu. Duasını bitirdiği zaman, elini öpen her çocuğun boynuna sarılıyordu:
“Torunum sizin yaştaydı oğul. Adı Selâhattin'di. Bağdat’tan iki mektubu geldi. Sonra haber kesildi. Kayıp diyorlar, ama Allah’tan ümit kesilmez ki oğul. Çukurtekke şeyhinin torunu Selâhattin diye sorun. Allah için soruşturun.”
Kiminin alnından öpüyor, kiminin arkasını okşuyor, “Haydi yavrularım, haydi aslanlarım,” diye ağlıyor, inliyordu … (s. 78-9)
II
Benim kitapta en sevdiğim bölümlerden biri işte burası. Aydemir cephedeki boş vaktinde bölüğündeki erlere ders vermeyi kalkınca bakın neler olmuş:
* * *
Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual ve cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum: “Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?” Hep birden, “Elhamdülillah müslümanız,” diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Kimisi, “İmâm-ı âzam dinindeniz,” dedi, kimisi, “Hz. Ali dinindeniz,” dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, “İslâmız,” diyenler de çıktı, ama “Peygamberimiz kimdir?” deyince onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi, “Peygamberimiz Enver Paşa’dır!” dedi.
İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da, “Peygamberimiz sağ mı, ölü mü?” deyince iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.
“Peygamberimiz sağdır,” diyenlere, “O hâlde peygamberimiz hangi şehirde oturur?” diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu. “Peygamberimiz ölmüştür,” diyenlere de, “Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?” denildiği zaman, bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene evvel, beş yüz sene evvel, bin sene evvel diye gelişi güzel cevap verenler oluyordu. Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de dinin ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir-iki kişi çıktı. Fakat onların da hiçbiri namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.
Sonra, “Köyünde cami olanlar ayağa kalksın,” dedim. Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi ayağa kalktı, fakat onlar da bayramlarda, cumalarda, âdet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köyünde mektep olan bir tek kişi çıkmadı. Bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından Kuran ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.
İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleri idiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler. (s. 109-11)
* * *
Çok fazla geçmeden de, bu insanların olduğu Anadolu yeni Cumhuriyet'e kaldı. O dönemki hacılar, hocalar, şeyhler, bu zavallı cahil insanları dini kullanarak sömürüyorlardı. Atatürk bunların çanlarına ot tıkayınca ona düşman kesildiler ve “Müslümanlara zulmediliyor!” diye tepişmeye başladılar. Günümüzün beton kafalı İslâmcıları da bu sömürgen hacı-hoca takımının torunları oluyor. Ve bunlar daha hâlâ bin bir türlü rezillikle bu “zulüm” masalının çığırtkanlığını yapıyorlar.
Şimdi Aydemir’in bu kitabını alıp, Atatürk zamanından beri, yani 84 yıldır Türkiye’de Müslümanların baskı gördüklerini utanmadan söyleyen bu ahlâksız insanların kafalarına “aman beyim, yeter!” deyinceye dek tek tek vurmak isterdim. Yukarıdaki adamların hâllerine bir bakın da, bunlara Müslümanlar diye edilecek ne eziyetin olduğunu söyleyin bir! Dinini, peygamberini bilmeyen bu adamların nesine Müslüman diye eziyet edilmiş acaba?
Dahası var:
* * *
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual ve cevaplardan anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı. “Biz hangi milletteniz?” deyince her kafadan bir ses çıktı. “Biz Türk değil miyiz?” deyince de hemen, “Estağfurullah!” diye karşılık verdiler.
Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türk’tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralarımızdan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki, bu “Biz Türk değil miyiz?” diye sorunca “Estağfurullah!” diyenlerin görüşüne göre, Türk demek Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı. Yahut belki de, aslında kendileri Kızılbaş oldukları hâlde böyle görünüyorlardı.
Anadolu’da vaktiyle binlerce, on binlerce insan Kızılbaş oldukları için öldürülmüşlerdi. Gerçi bu öldürülenler hakikî, saf Türk aşiretler halkı, Oğuz Türkleriydiler. Demek ki, korku hâlâ yaşıyordu …
Dininde, milletinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandan ve onun vekilini de bilmemektedir.
Hele iş vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler belirsiz, köksüz, şekilsiz, yanlıştı.
Bölüğü yakından tanıdıkça daha garip şeylerle de karşılaşıyordum. Askerlerin bir kısmı kendi isimlerini değil de, başka adlar taşıyorlardı. Künyelerinde yazılı yerler, asıl doğdukları veya kayıtlı oldukları yerler değildi. Bu kayıtları düzeltmeye ve onları temize çıkarmaya uğraşırken, bunu istemeyen, hatta işi büsbütün karıştıranlar da vardı. Böyle bir toplum bu harbi elbette ki ruhen, isteyerek benimsemiş olamazdı.
İşe yeniden, baştan başlamak lazım geldi. Önce isimlerinden başlayarak, bölüğün, taburun, alayın, onbaşının, çavuşun, subayın isimlerini öğretmeye giriştik. Sonra vatana, millete, dine doğru ilerledikçe garip birtakım ruh direnişleri ile karşılaşmaya başladığımı hissettim. Anlaşılıyordu ki, bu direnişleri derin ve esaslıdır. Ben ilk adımda askerlerimi dindar ve mutaassıp zannetmiş, fakat cahil bulmuştum. Ama "ne de olsa bunlar cahil, fakat müslümandır,” diyordum. Halbuki biraz sonra anlaşıldı ki, hepsinin nüfus kağıtlarına ve künyelerine geçirilen bu “İslâm” kaydına bakmayarak, bu kalabalığın içinde bir inancalar, tarikatlar, canlı olarak yaşamaktadır. Bunların hepsinin ruhlarına hurafe, vehim ve geçmişin tortuları hâkimdir. Hatta bir aralık inandım ki, bölükte hiç olmazsa aslını bilmeden de olsa kendini “İslâm” sayanlar çoğunlukta bile değillerdir.
Alevîler, Yezidîler, Kızılbaşlar ve daha akla ve tasnife gelmeyen ve hepsi de mazinin bilinmeyen köklerinden gelip, mensubunu karmakarışık bir insan çamuru içinde yaşatan bir sürü itikât döküntüleri, bu insanları parça parça birbirlerinden ayırmaktadır. Bu görüş ve kanılara varınca, bölüğün daha ilk adımda dinini, milletini ve vatanını bilmemesi şeklinde meydana vurduğu sert gerçek, güçlükle de olsa, birtakım tarihî ve etnik sebeplerle az çok izah edilebilir bir hâl almaya başladı. (s. 111-12)
* * *
Kızılbaşları o dönem öldürenlerin başta geleni, Şah İsmail’e karşı çıktığı seferde 40.000 civarı Alevî’yi kesip biçen Yavuz Sultan Selim’dir.
Görüyorsunuz, işte Osmanlının Türkiye’ye miras bıraktığı insan yığını budur! Atatürk Cumhuriyet’i bu insan yığınının içinde kurmaya, onun içinden çıkarmaya çalışıyordu.
III
Bu defa da “İhtilâlin Mantığı” adlı kitabından aktarayım (5. basım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1993). Aydemir Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 seçimlerinin hemen öncesini anlatıyor:
* * *
Cahil köy imamı ile, o güne kadar beklediği ve hakkı olan saygıyı, ilgiyi jandarmadan, hükümet idarelerinden göremeyen, daima hakir görülen köy muhtarlarına, ihtiyar heyeti adamlarına, sokak ve siyaset çığırtkanlarına kadar bütün güçler, yeni seçimler için, Halk Partisi ve İsmet Paşa aleyhine seferber olmuşlardı. Yalnız o günlerin, o yılların değil, 27 yıllık bütün eski defterlerin hesapları ortaya dökülmektedir.
Hele köy, kasaba, şehir kahvelerinde, şaşılacak kadar konuşkan, becerikli, kandırıcı, halk yahut sokak hatipleri türemişti. Bunlara o günün halk liderleri de diyebiliriz. Yalnız kahvelerde, evlerde değil, pazarlarda, mitinglerde, otobüslerde, minibüslerde, yeni partinin müjdesi rüzgâr, hatta fırtına gibi esiyordu. Bu türeyen hatiplerin çoğu, galiba Pir Aşkına çalışıyorlardı. Ama yürüttükleri bu fırtına, belliydi ki tesirsiz kalmıyordu. Şu da çok dikkat çekiyordu ki, bu ortaya atılanların, bu hatipler, müjdeciler ordusunun beyanları, davetleri, halkın şuurundan, aklında ziyade hislerine, uyuşmuş, gerilere itilmiş alt duygularına, yani bilinç altınaydı. Hatta bazen birtakım işaretler, birtakım esrarlı sözler, “Biraz bekleyin, neler göreceksiniz!” cinsinden müphem, dumanlı vaatler veya bilinmeyen geleceklerden haber verişler şeklindeydi. Hatta cemaatin yüzlerine derin derin bakışlarla uzun, esrarlı, manalı sükutlar, bu yeni usul halka yönelişin başarılı taktikleri arasındaydı. Artık, kendisine yukarıdan bakılışlara, beylik hitaplara doymuş, kentlerde, köylerde, yalnız karşılama ve uğurlama figüranları olarak kullanılmaktan bıkmış insanlar için, bu yeni halka yöneliş manalıydı, çekiciydi. Halk buna muhtaçtı.
Bu tür hatiplerden birini tanırdım. Ankara doğusundaki Kayaş vadisinde bir toprak damım vardı. 1950 seçim öncesinin hareketli günleriydi. Civar köylüler tetikteydi. “Efendi, köycek Demirgırat olduk gâri … ” sözlerini hemen her geçenden dinlerdim. Ortada bir de “Cebelici Hoca” türemişti. Adı Zeynelabidin’di. Yahut öyle tanınırdı. Bana da uğrar, süt içer, ayran içer ve her gelişte yeni fütuhatını haber verirdi. Dinlerdim. Tipik bir demagog ve usta bir propagandacıydı. Eski İstiklâl Mahkemeleri’nin topladığı, sindirdiği, din ticaretçilerinden biriydi.
Eğer ortada başka dinleyenler de varsa, daha da hızlı konuşurdu. Celâl Bayar’ın sarayına kolunu sallaya sallaya girermiş, Bayar uykuda bile olsa kapısını açar, odasına dalarmış. Menderes onu kapıda karşılar, kapılara kadar uğurlarmış, vb. …
Öyle sanıyorum ki, bütün bunlara köylüler de inanmazdı. Ama o, “Efendi, bunlara böyle konuşacaksın. Atatürk köylünün aklına hitap ederdi. Halbuki sen köylüye masallar anlatacaksın. O, masallara inanır … ” der dururdu.
İşte bu Zeynelabidin Hoca bir gün, yanında da birkaç köylüyle gelmiş. Beni odamda bulamayınca bahçeye dalmış. Ona dere boyunda yakalandım. Bir şehri zapteden fatih gibi mağrurdu, muzafferdi. Haberini müjdeledi:
“Hasanoğlu Köy Enstitüsü’nün işi bitti efendi! Aha, köylüleri topladım. Tepeye çıkardım. Söyleyin bakalım, dedim. Şu enstitü binalarının planı neye benziyor? Şu baştaki bina, şu yana doğru uzanan, sonra şu sağa, sola kıvrılan binalar? Onlar evvelâ bir şey anlamadılar. Ama sonra anlattım: Bu binaların dağılışı orak-çekiç biçimindedir dedim. Göreceksin, bu köylerden Halk Partisi bir tek oy alamaz.”
Söylenen deli saçmasıydı, ama kullanılan silah keskindi. Sonradan söylendiğine göre de, Halk Partisi’ne Hasanoğlan’da bir tek oy çıkmış. O da muhtarınmış. Muhtarın bayanı bile oyunu “Demirgırat”a vermiş. Hem bu söylenti galiba doğruydu.
O günler öyle günlerdi ki, Ticanî şeyhi geçinen Pilavoğlu’nun bizim köye gelip köy berberine kestirdiği sakalından, iki tarafta iki kişinin, aşırı bir hürmet ve âdeta ibadet eder gibi, dualar okuyarak uçlarında tuttukları ipek örtüye dökülen kıllar, civar köylere tel tel satılırdı. Köylerde Ticanîler de çoğalıyordu. Nitekim, sonra bunlardan bir grup Yenişehir’de Atatürk’ün heykeline güpegündüz saldırdılar. İçlerinden henüz yirmi yaşlarında ve istasyonda gişe memuru olan bir delikanlı, toplantı hâlindeki millet Meclisi’ne girip, orada balkonda ezan okudu. Kimdi bu Pilavoğlu? Cahil denecek bir ortaçağ düzenbazı.
Civardaki Karapürçek köyünde şunları anlattılar: Bir cuma günü Pilavoğlu, âdet olan gösterişli karşılamalar içinde köye gelir. Cemaati dere kenarında toplayıp cuma namazını kıldırır. Sonra halka sorar:
“Bu namazı nerede kıldık?”
“Dere boyunca kıldık efendi.”
“Hayır! Ama siz körsünüz, görmediniz. Biz namaza el bağlar bağlamaz, cemaatçe uçtuk. Kâbe’ye vardık. Ama siz cahiller, siz nadanlar, toptan cehennemlikler, bunu görmediniz. Çabuk tövbe, istiğfar edin!” vb…
Bunu bana anlatan komşu köylüleri tanırdım. Temiz, bozulmamış eski Oğuzlardı. Ama Yemen’de, Balkan Harbi’nde, seferberlikte, Anadolu Savaşı’nda hemen bütün genç çocuklarını şehit vermişlerdi. Hepsi de ona inanmışlardı:
“Efendi,” diyorlardı, “biz essahtan cahalız. Uçmuşuk, Kâbe’ye varmışık, hacı olmuşuk da haberimiz yok!” (s. 132-5)
* * *
Aydemir’in bahsettiği o hatipler size, zamanında camilerde ve belirli yerlerde düzenlenen toplantılarda cahil halkı kandırıp onların sırtından siyaset yapan, sonra da belediye başkanı ve en sonu başbakan seçilen birtakım Kasımpaşa fırlaması magandaları hatırlamıyor mu?
Bizim ahmak liberal geçinenlerimiz 50 seçimlerini halkın CHP’ye tepkisi olarak gösterip, 1950 yılını Türkiye’de demokrasinin başlangıcının miladı kabul ederler. Oysa bu liberaller sadece Türkiye’nin tarihinden bihaber saf cahillerdir. Görüyorsunuz halkın tepkisini işte. Bugün AKP’ye verilen oylar o zaman DP’ye verilen oylardan çok mu farklı?
Bir de bu DP iktidarını öven üçkağıtçı İslâmcılar vardır ki, onların esas derdi başkadır. Bunu da gene Aydemir anlatsın bize. Yine aynı dönem için konuşuyor Aydemir:
* * *
Millî Kurtuluş Mücadelesi ve Reformlar devresinde yenilmiş, saf dışı edilmiş nice fitneler, nice saltanatçı, padişahı özleyeceklerdir. Din tüccarları köy köy dolaşarak, sanki 27 yılda din elden gitmiş gibi, şimdi dine dönüldüğünü müjdeleyeceklerdir. Düzmece şeyhler, tarikatçılar, cemaati bir göz açıp kapamada Kâbelere uçuracaklardır. Vaktiyle 31 Mart İsyanı’ndaki ilişkilerinden kurtulmak için Harp Divanı’na, kendisinin hem cahil hem deli olduğunu raporlarla ispatlayıp, bir de “İki Musibet Mektebinin Şahadetnamesi”, yani tımarhâneden ve hapishâneden belgeler de yayınlatan eski “Bedi-üz Zaman Said-i Kürdî” isminde biri, şimdi “Said-i Nursî” adı ile ortaya atılıp, âdeta bir din içinde din akımı örgütlenecektir. Anadolu’da yeşil takke çok yerde şapkanın yerini alacak, insanlar daha çocuk denecek yaşlarda sakal bırakacak, bunları yapmayanlar kâfir sayılacaklardır. (s. 135).
* * *
Görüyor musunuz? Bizim Nurcuların sevgili Said-i Nursileri mahkemede ceza almaktan kurtulmak için “deli” olduğunu belgeleriyle ispatlamış! Eh, onun öğrencisi Fethullah hoca da Cumhuriyet’i yıkmaları için müridlerine ders verirken çekilen kasetler ortaya çıktığında derhal “hastalanıp” soluğu Amerika’da – İran’da değil! – almadı mı? Ayıp valla Fethullah efendiye! Humeyni bile Fransa’ya kaçıp orada 9 sene kalmakla yetinmişti. Gerçi İran’da devrim olunca döndü. Ama bizim Nurcular daha hâlâ devleti tam olarak ele geçiremediler ki, hoca efendimiz küfür-kâfir-şeytan oğlu şeytan diyarı Amerika’dan dönsün? İnsan biraz İran’a bakar da utanır. Adamlar 9 senede devrim yaptılar yahu!
IV
Şimdi kısa bir süreliğine Aydemir’den uzaklaşıp Tarık Zafer Tunaya’dan bir aktarma yapayım (“İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa”, İstanbul: Arba Yayınları, 1988). Aktaracağım şey 1965 yılına ait bir konuşma. Taraflardan biri CHP’li, diğeri de Süleymancılardan biri. Olay Alanya’da geçiyor:
* * *
Soru: Siz CHP’ye neden rey vermiyorsunuz?
Cevap: O partiyi toplantılarınızda taşıdığınız beyaz put (Atatürk’e verilen addır) kurmuştur. O dinsizdir. CHP’liler boşuna yoruluyor. Biz o dinsizin partisine ondan rey vermeyiz. İsmet Paşa demokrasi kuracakmış, kursun da görelim.
S: AP (Demirel’in Adalet Partisi) nasıl, ona neden rey veriyorsunuz?
C: O da dinsizdir, amma CHP’nin yanında ehveni şerdir.
S: O beyaz put dediğin adam senin ananı, bacını düşman ayaklarından kurtarıp Cumhuriyet’i kurmadı mı?
C: Harbi o kazanmış değil ki. Harbi asker kazanmıştır. Nasıl Yezid, Hazreti Hüseyin Efendimizi kesip şehit ederek hilâfeti almışsa, senin Atatürk’ün de padişahımızı sürüp halifeliği ortadan kaldırmıştır.
S: Siz Atatürk ve CHP’lilerin dinsiz olduğunu nereden biliyorsunuz?
C: O dinsiz olmasaydı, CHP’ni kurduğu zaman birçok hocalarımızı astırmaz, şapka giydirmez, kadınları serbestlemez, halifeyi sürdürmezdi.
S: İslâm, dinini ahkâmından olan ülülemre itaat etmek var. Siz etmiyor musunuz?
C: Ülülemre itaat etmek var, amma hükümetin ve başındakilerin Müslüman olup halifenin olması şarttır.
S: Artık Türkiye’de bir halifelik kurulabilir mi?
C: Biz bayrağımızı çekmek üzereyiz. Allah bizimledir.
S: Bayrağınızı çekmek üzere olduğunu söyledin. Sizinki ayrı mı?
C: İslâm’ın bayrağı yeşildir. Ümmet-i Muhammed onun bayrağı altında toplanacaktır.
S: Halifeyi siz mi seçeceksiniz? Böyle birisi var mı?
C: O kadar inceleme. (s. 73-4)
* * *
Sorarım size, bu kafadaki adamlar bugün de yok mu?
Neyse ki – Allah’a şükürler olsun – bugün artık AKP gibi “Müslüman” partiler var da, memleketimizdeki bilumum gericiler, yobazlar, İslâmcılar, Cumhuriyet ve demokrasi düşmanları uyduruk ehveni şer partilere oy vermek zorunda kalmıyorlar. Hem – bu defa gerçekten Allah’a şükürler olsun – Demirel de emekli oldu zaten.
Bu olaydan 9 sene sonra 1974’te Cumhuriyet gazetesine şunları yazıyor Aydemir (“Lider ve Demagog”, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997):
* * *
“Bugüne gelince? Bugün ne yazık ki, estirilmek istenen gericilik rüzgârları köyleri, kentleri gittikçe sarmaktadır. Ve bu rüzgârların temelinde yatan, ne yüce bir din aşkı, ne saf bir ahlâk özlemidir. Bu rüzgârları estirenlerin iç âlemlerinde kökleşen, sadece çağdışı kalmaktan, çağa ayak uyduramamaktan gelen, ama onları yiyip bitiren bir aşağılık duygusudur. Çünkü açığa vuran, asıl kin, katılık, saldırganlık, ortalığı haraca kesmek gayretidir. Aşağılık duygusunun bir ters tepkisi olan sahte bir üstünlük gururudur. Oysa dinin hoşgörücü ve din adamının da sakin ve kapsayıcı olması gerek. Ama şimdi onlardan bir kısmının estirdiği gericiliği körükleme rüzgârları, kabul ve itiraf etmek gerekir ki, köy kahvelerinden, köylerden, kentlerden, başkentteki cami avlularına kadar taşmıştır. Kendince şeriat sözcüsü geçinen bir politikacının sorumsuz beyanları ile de, sınırlarımız dışına kadar yaygınlaşmıştır.” (s. 229-30)
* * *
Sizce son cümlede bahsedilen politikacı kim olabilir? Erbakan efendi tabii! Şimdi başımızda bu adamın yetiştirdiği, onun beslemesi olan Erdoğan ve Gül gibi adamlar yok mu? İnsan hayret etmeden edemiyor valla!
Gene soruyorum, bir değişiklik var mı?
V
Bütün bunları okudukça Türkiye’nin bugünkü durumunu 1950’dekine benzetmeden edemiyorum. Halkın cahilliği, üçkağıtçı politikacılar, aynen Menderes gibi abuk sabuk laflar eden bir başbakan, ona ve partisine yalakalık eden medya ve türlü türlü rezil insanlar … Hiç değişmemiş gerçekten!
Sanırım o günlerden tek önemli farklılığımız, kendisinden 15 yaş küçük olan 15 yaşındaki bir lise öğrencisi kızı babasının zoru ile okuldan aldırıp nikâhlayan bir adamın yakında başımıza cumhurbaşkanı seçilecek olması. Bu adamın seçilmesini demokrasi ile ilişkilendiren, onun demokrasinin ilkelerine uyacağına gerçekten inanan birtakım aptallara da rastlıyoruz. Bunun dışındaki çoğu şey, az çok görünüm farklılıkları olmakla birlikte, aynen 50’lere benziyor.
Daha şimdiden AKP’nin aldığı oylardan cesaretlenip, yavaş yavaş gerçek kimliklerini ve düşüncelerini çekinmeden ifşa etmeye başlayan insanlar ortaya çıkmaya başladı bile. Bir süre sonra, bunlar tam bir utanmazlıkla konuşmaya ve eylemde bulunmaya başlayacaklar. Benim esas merak ettiğim şey ise, bu işin sonunun nasıl biteceği. DP döneminin sonu 27 Mayıs ve Menderes, Zorlu ve Polatkan'ın idamı ile bitmişti. Bakalım AKP'nin nasıl bitecek?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder